ÜSTAD BEKİR SIDDIK SOYSAL’IN SANAT HAYATINA VE ESERLERİNE MUFASSAL BİR NAZAR…

İrfan adamı, ebru ve grafik-tasarım sanatlar gurusu Bekir Sıddık Soysal ile sanat hayatı ve eserleri özelinde bir e-mülakat gerçekleştirdik.

İbrahim Ethem Gören: Sanat ve estetik gündeminize ne zaman girdi?

Bekir Sıddık Soysal: Bu suale her seferinde aynı tarz ve bakış açısı ile cevap vermişimdir. Tekrar ve kendi izine düşme pek sevmediğim, istemediğim bir hal ama aynı şeyi farklı ifade edeceğim gayretine düşmek de pek hoş değil… Sanata meylim ilk çocukluk yıllarımda başladı diyebilirim. Bu kabil bir cevap pek beylik, alışılmış olmakla birlikte doğrudur. Umumen böyledir, sanat ilgisi, meyli çocuklukla başlar. Sonra iltifat, marifet illiyeti üzere bir seyir takip eder. İhtiras motoru ile eğitim, görgü, meşk köprülerinden çıraklık, kalfalık ve ustalık menzillerine ulaşılır. Usta bazen doğrudan eser, çoğunlukla da müessirdir. Bütün bu alakalar; birebir, doğrudan, talibin gayret ve enerjisiyle neşvünema bulur.

SANAT, İBDA FALİYETİDİR.

Sanat, bir ibda faaliyetidir. Yaratıcı muhayyilenin kanatları ile ulaşılan bir güzellik irtifaıdır. İnsan zihninde ve elinde şekillenen bir yegâneliktir. Alelâdelikler dünyasından soyutlanarak; iç ve dış âlemimizi farklı açılardan kavramak, zevk-i selim iklimi oluşturmak suretiyle, insan hayatını anlamlandıran ve insana güzeli temrin ettiren yüksek bir disiplindir.

SANAT, ZITLIKLARIN ÂHENGİNİ BULMAKTIR.

Sanat, zıtlıkların ahengini bulmaktır. Deruni çelişkilerin sükûn bulduğu, ahengin zemininde vücut bulan ve ruhlara açılan bir sonsuzluk ufkudur. Bir varoluş iradesidir. Tasavvur, tasarım ve ilham ile başlayan ve eserle neticelenen bir vetiredir.

Dünden bugüne sanat çalışmalarınızı özetlemenizi istirham ediyorum.

İlkokul öncesi dört yaşımda, Merhum Ağabeyimin teşvik ve desteği ile okuma-yazma öğrendim. Özel albenisi olan defterler yapıyordu. Çok sayıda kurşun kalemler, boya kalemleri alıyordu. Yazıp çizdiklerimi iş ve arkadaş çevresinin ilgisine sunuyordu. Yoğun bir alâka ve iltifat ile ödüllendiriliyordum. Yazı ile başlayan el faaliyeti bir süre sonra resme yöneldi. Defterlerim yetersiz kaldı. Yerlere, duvarlara çizmeye başladım. Kalemin yerini tebeşir almıştı. Harçlıklarımı çikolata yerine kırtasiyecilerde harcamaya başlamıştım. Evden başlayıp sokağa taşan bu çizimler çevre kirliliği problemine rağmen hoşgörü ile karşılandı. Görenler “bu mu yaptı bunları, aferin” diyorlardı.

Sonraki yıllarda sanatla uğraşan büyüklerin çevresinde buldum kendimi. İlkokulun ilk yıllarında istidatlı öğrencilerin resim-iş hünerleri sergilenmişti. Bunlar arasında yumuşak taş ve alçıdan yontulmuş heykel denemeleri ve rölyefler vardı. Çok etkilendim, alçı ve taşa evdeki el aletleri ile yontarak hayvan figürleri, padişah portreleri yapmaya başladım. Bir süre sonra bu yaptığım çocuksu eserlerimi okulumuzun koridor duvarlarında asılmış görünce güven duygum pekişti.

Bir süre askeri sanat okulunda bulundum. Orada kadrolu teknik ressamlar vardı. Resim ilgileri, ressamlık vasıfları da vardı bazılarının. Onlara çıraklık ederek bire-bir eğitim almış oldum. Okulun duvar gazetesinin resimlerini yaptım.

Askeri okul sonrası, o okulun içinde yer aldığı Ağır Bakım Tamir Fabrikası’nda çalıştım. Kısa bir süre sendikacılık maceram oldu. Eğitimimi sürdürmek amacıyla bu görevden ayrıldım ve çevresinde bulunduğum Orhan Okay ve Ezel Erverdi’nin teşvikiyle, -Erzurumlu Emrah’a teberrüken- Emrah kitabevi adında bir kitabevi açtım. Kitabevim çok kısa zamanda bir kültür mahfeline dönüştü. Üniversite, şehir ve şehrimizi ziyaret eden sanatçı, kültür adamı, yazar ve akademisyenler bu kitabevinin çevresinde yer aldı. Birçok insan kitaplıklarının nüvesini bu kitabevi üzerinden oluşturdular.

İşte bu zeminde, mimariye ve sanat tarihine yoğun ilgi duydum. Hasbelkader zaman içinde sanatkâr, estet, sanat tarihçi, mimar dostlarım oldu. Büyük ressam ve heykeltıraşların, mimarların biyografilerini, sanatlarını tahlil eden yazıları, incelemeleri okudum. Albümlerini, müze koleksiyonlarındaki eserlerini inceledim. Ustanın bazen doğrudan eser, çoğunlukla da müessir olduğu kanaatim pekişti. Geleneksel sanatlarımıza ilgim daha ileri yaşlarda ortaya çıktı. Berat ve ödül tasarımlarımı geleneksel plastiğimizin terkibi üzere biçimlendirdim. Ahşap oymalar yaptım. Sipariş üzerine Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Efes Müzesi koleksiyonlarında yer alan bazı heykellerin minyatür boyutta gümüş röprodüksiyonlarını yaptım. Bunlar o müzelerde satışa sunuldu.

Altın, gümüş ve bronz olmak üzere, kültür hinterlandımızın tamamından şairlerin, tarihi şahsiyetlerin portrelerinin rölyeflerini yaptım. Bu portrelerin büyük bir çoğunluğu tarafımdan tasvir edildi.

Bu süreçte grafik tasarım ve fotoğraf nerede konumlanır?

Grafik, biraz teşvik, daha çok ihtiyaç üzere şekillendi, profesyonel mahiyet kazanarak iş oldu. Kitap kapakları, afişler, logolar…

Fotoğrafçılığım amatör bir gayrettir. Daha çok seyahatlerimde gördüklerimi tesbit; unutmamam gereken bir güzelliği yanımda taşıma, başkaları ile paylaşma niyeti…    

Ebrunun dervişi Timuçin Tanarslan ile nasıl tanıştınız?

Ne güzel tavsif ettiniz… El hak derviş. Mizacı, meşrebi ve umumi davranışı itibariyle derviş. Karşılıksız verebilme, maddiyat ve fayda anlayışından uzak oluşu ile vazgeçişleriyle derviş.

Berat ve ödül tasarımlarımda orijinal sanat unsuru olarak ebru kullanıyordum. Yol, beni ona ulaştırdı. Bir süre onun ebruları ile işi götürdüm. Yaptığım ödül ve berat için talep, zuhurata tabi, muacceldi. Çeşitli program, faaliyet ve törenlerin rüknü idi. Zaman-zaman aceleci davranıyor, onu zorluyordum. O ise pek zorlamaya, sıkıntıya gelmezdi. Dedi ki “kendin yapsana. Ne güzel tasarımlar, rölyefler ibda ediyorsun. Ebru da yaparsın. Gel, sana öğreteyim. En geç bir haftada işi kaparsın.”  Aslında yegâne ebru müşterisi bendim ve o menfaat vazgeçişleri silsilesine bunu da ekledi.

Timuçin Tanarslan hoca ile ebru serencamınız için büyükçe bir paragraf açalım…

Evet, ebruyu, bu geleneksel sanatımıza en büyük emeği veren ve merhum Mustafa Düzgünman’ın icazetli talebesi, merhum Timuçin Tanarslan’dan öğrendim. Timuçin Bey ebru boyaları geliştirmek için bir kimyager vukûfiyeti ile bir ömür boyu çılgınca çalıştı. Ankara’nın en maruf sahafı idi. İşini, evini, hayatını bu uğurda harcadı. Bildiklerini de büyük bir diğergâmlıkla isteyen herkesle paylaştı.  Benim de bu sanata hasbelkader önemli sayılabilecek bir katkım oldu. Tanıştığım günlerde hattat Fuat Başar’dan ebru kursu alan, dükkânında sadece toz boya satan nalbur Hüseyin Yalçınkaya’yı teşvik ederek, Timuçin Bey’le tanıştırıp boya kimyasını öğrenmesini sağladım. Hüseyin Bey, işe dört elle sarıldı. Boya ve ebru malzemesinde uluslararası bir marka oluşturdu. Bu işin kitlelere yayılmasını sağladı. Timuçin Bey merhum, bir ömrün birikimi ve tecrübesini hiç tereddüt etmeden, karşılıksız olarak bu ticaret niyetli esnafa verdi.

Timuçin Bey’le ünsiyetimiz ölümüne kadar dostluk seviyesinde seyretti.

Merhumun Türk ebruluğu için ürettiği katma değerlere yönelik neler söylemek istersiniz?

Öncelikle boya kimyasına katkılarını, bu bilgi ve hünerini paylaşma hususiyetini, karşılıksız, ücretsiz eğitim gayretine bağlı muallim ve usta vasfını söylemeliyim.

Timuçin Bey Kültür Bakanlığı’nın yurtdışı faaliyetlerinde ülkemizi bu sanatı ile temsil etti. Hem de aymaz memur anlayışının rağmına… Yolluksuz, harçlıksız, yarı aç. Bu temsil görevlerinden birinde, Frankfurt Kitap Fuarında (Türkiye Onur Konuğu idi) Onu, Merhum İslam Seçen ve Muhittin Serin ile fuar binasının agorasında kurulan Türkiye kültür çadırında izlemiştim. Burada en çok ilgi, -ebrunun malum illüzyonundan ötürü- onun teknesi etrafında temayüz etti. Tekneden çıkardığı her ebruyu izleyenlere takdim etti.

Ebrû teknenizle teşrik-i mesainiz nasıl devam ediyor?

Vücudumdaki ârâzlar sebebiyle bir süredir teknemden uzağım. Ancak küçük kızım Rikkat Rumeysa Hanım üzerinden bu tekne alakamız devan ediyor. Sağ olsun, atölyemi şenlendiriyor.

Teknenizden çıkan ebruları nasıl değerlendirdiniz?

Yaptığım berat ve ödül çalışmalarımda orijinal unsurlar arasında yer alıyor. Bunun dışında levhalar halinde hediyelik olarak değerlendirdim.

Ebru sanatı lisan-ı haliyle size neler söylüyor?

Bu sualinizi yıllar önce bir hatıra istinaden yazdığım bir takdim yazısından aldığım bir iktibasla cevaplamak istiyorum.

Lütfen, kelâm sizde…

“Türk sanatkârının ruhundan renk ve hayal mükemmeliyeti hâlinde sulara düşen mucizevi bir resim gerçeği… Sonsuz göklerin bütün tezahürleriyle ruh imbiğinden sızıp, bir avuç suda tecessüm ettiği esrar levhasıdır ebru.

Sanatla ilmin buluştuğu bir alanda yıllarını geçirmiş profesör bir hanımefendi, köprü üzerinde seyretmektedir. O deprem sonrasının acılı günlerinden birinde… Bakışlarıyla, Tarihi Yarımda siluetini tarar ve Eyüp üzerinde durur. İçinde cevelan eden tarifsiz acılarla ellerini açar Yaradan'a sığınır: “Bu mukaddes şehri, bu emsalsiz güzellikleri bize bağışla, bu şehri koru Allah'ım” diye yakarır. Ve yakarışını gözyaşlarıyla taçlandırır.

Elinizdeki kitap (Suyun Renklerle Dansı) için yazı istendiği zaman, ebru kelimesi zihnimde ve lisanımda yankılandı durdu ve hafızamın derûnundaki bu müthiş hatırayı alıp getirdi. Evet, işte ebru; bu entelektüel vicdan abidesi hanımefendinin mübarek gözyaşında tecessüm eden, sevgi, mensubiyet ve mesuliyetten rengini ve ışığını almış muhteşem ama melal yüklü bir İstanbul siluetiydi belki de. 

Bir yerleşim yerini şehir yapan, alelâde sosyal faaliyetler değil, elbette ki entelektüel alâkalardır. Kültür ve sanat birikimleri ve faaliyetleridir. O halde şehir entelektüeliyle, sanatkârıyla soluk alıp, onunla yaşıyor. Onun vicdanında, ruhunda mâkes buluyor.

Yukarıda naklettiğim hatıraya da bakarak diyebiliriz ki büyük şehirleri kimliklendiren, onunla özdeşleşen meşhur yahut sessiz şehirliler oluyor.

Bana öyle geliyor ki ebru; tarih içinde gelişip, neşvünema bulduğu İstanbul'un mücerret ve tılsımlı yüzüdür. Tılsımlı bir İstanbul aynası adeta… Türk sanat dehasının, Asya içlerinden atıp, asırların yol imbiğinden geçirerek, Boğaz'ın ve Marmara'nın sularına, güneş ve ay ışığından kılıçlar gibi düşürdüğü bir kimya saadetidir. Halka-halka birbirine eklenen, bozkırların bağrından sıçraya-sıçraya, arta-arta İstanbul kıyılarına hasretle atılan çoban ateşinin bu suları tutuşturduğunun resmidir.

Soyumuzun ve suyumuzun ruh bahçesinden devşirdiğimiz o nadide, o ateşten çiçeklerdir.” (Bu iktibas; "Suyun Renklerle Dansı" adlı kitabın, zamanın İBB Başkanı Ali Müfit Gürtuna'nın takdim yazısı sadedinde tarafımdan kaleme alınmıştır. Bir görev ya da profesyonel bir alakaya müstenid değildir. Osmanlı Su Medeniyeti serlevhasıyla düzenlenen faaliyeti (ki o dönemde Ankara'da mukim idim, bu faaliyete katkı sağlamam için davet edildim ve umumen işi şekillendirdim.) düzenleyen zatın hatırı için yazıldı. Aradan geçen 23 senede mezkûr hatır, müteselsil istismarı hatırlattığı için bu zihin emeği yazımı adıma tescil etme ihtiyacı duydum.

 “Geleneksel plastiğimiz ve temaşamız” dendiğinde ne/neler anlaşılmalıdır?

Geleneksel plastiğimiz, Türk sanatkârının elinden ve ruhundan yansıyan klasiklik vasfında sanat unsurları…

Temâşâmız, seyirlik sanatlarımız…

İnsanımızın Orta Asya’dan itibaren geniş hareket alanında edindiği görgü ile oluşturduğu sanat tasavvuru, Anadolu’da Selçuklularla ileri ve özgün bir Türk Sanatı kimliğine ulaşmıştı.

Türk kültür ve sanatında Osmanlı asırları, bir medeniyet iddiası halinde göklere tırmanıyordu. Ancak bu asırlar, medreseye dayalı örgün eğitim sisteminin, İslam Ortaçağının bire-bir eğitimde gösterdiği ilim cevvaliyetinin ve orijinalitesinin kaybolduğu, şerh ve hâşiyeci anlayışla tekrara düşüldüğü bir talihsiz dönemdi ayni zamanda.

İlim bahrindeki bu irtifa kaybının rağmına, sanatın, manevi (fonetik) ve plastik her alanında, -muhtemelen bire-bir eğitim anlayışının sürmesi sebebiyle- akıl almaz bir ihtişam yaşandı.

Enderun bilgi, hüner ve davranış edindirmenin istisnai bir örneği olarak örgün, müesses bir eğitim süreci ile deha seviyesinde devlet adamı ve sanatkârı medeniyet tesis etme misyonunun lokomotifi haline getiriyordu. Enderun dışında bir diğer müessese de sivil zeminde tebarüz ediyordu. Tasavvuf hayatı, geniş manasıyla sanat, edebiyat ve düşünce alanlarında teşvik, himaye ve motivasyon sağlamak, bire-bir eğitim anlayışının temel ilkelerini belirlemek ve murakabe etmek yoluyla müesses bir fonksiyon sağlıyordu.

OSMANLI, GÜCÜNÜ YİTİRDİĞİ DÖNEMLERDE DAHİ SANAT İDDİASINDAN VAZGEÇMEDİ.

Osmanlı, gücünün bir mum gibi tükendiği ahvalde dahi sanat iddiasından vaz geçmedi.

Ancak imparatorluktan sonraki dönemde sanat anlayış ve tercihlerindeki istikamet değişikliğiyle himaye ve ilgi, modern batı sanatları etrafında odaklandı. Uzun yıllar nisyan ile perdelenen geleneksel sanatlarımızın kültür hayatınızdaki boşluğunu ciddi bir mesele olarak gören, büyük vicdan ve ufuk sahibi az sayıdaki insanın, geçen asrın ortalarından itibaren, yakın çevrelerinden başlayarak aşkın bir ihtirasla sürdürdükleri iade-i itibar gayretleri destansıdır. Tıp tarihi hocası Ord. Prof. Dr. Merhum Süheyl Ünver, Özbekler Tekkesi şeyhi Edhem Efendi, Merhum Necmeddin Okyay, Merhum Ali Üsküdari, Merhum Mustafa Düzgünman, Merhum Hamit Aytaç, Merhum Kemal Batanay, Merhum Halim Özyazıcı, Merhum Emin Barın, bir estet ve geleneksel sanatlar uzmanı sayın Uğur Derman bu iade-i itibar davasının destan kahramanları olarak sanat tarihimizdeki yerlerini aldılar.

Klasik sanat ürünlerinin batı tarzı sanat ürünlerinin rağmına bir yatırım ve prestij alanı olarak değer ifade ettiğini vurgulayarak zenginlerimizi yönlendiren meşhur antikacı Rafi Portakal’ın hakkını da teslim etmek lazım. O’nun tavsiyesini dikkate alan değerli iş adamlarımızı, özellikle Merhum Sakıp Sabancı’yı minnet ve şükranla anmak boynumuzun borcudur. Sakıp Ağa, oluşturduğu değerli koleksiyonunu uluslararası zemine taşıyarak medeniyet vasfımızı insanlığın dikkatine sunmak suretiyle bir kültür elçisi olmasının yanında, malikhânesini bu koleksiyonu için müze haline getirerek halkımızın hizmetine sunma yürekliliğini göstermiştir.

Ayrıca insanımızın yeniden şehirlileşme vetiresinde bu sanat ürünlerine ilgi duyması ve bu ürünlerin aynı zamanda turistik hediye bağlamında özgün bir yer edinmesi, bu sanat alanına ilginin yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Bu alanın günümüzdeki ustaları hâlâ yukarıda isimlerini saygı ile sıraladığım büyük usta ve yol erlerinin zihniyet ve ahlâkını sürdürerek ve meseleyi diğergâm bir anlayışla, bir emanet telakkî ederek yeni nesillere taşımaktadırlar.

Bugün geleneksel sanatlarımızın hemen her alanında ve çeşitli ortamlarda, ciddi eğitim imkânı var. Akademik faaliyet alanı yanında belediyeler, vakıflar, dernekler ve sanatçıların atölyelerinde usta çırak usulüyle sonuç alınabilen bu eğitim sürecinden her yıl çok sayıda yeni sanatçı, geleneği geleceğe taşıma maslahatına katılıyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı da bu sanat dallarında yarışmalar açıp, dereceye giren ve mansiyon alan eserleri kataloglar halinde yayınlayarak teşvik ve destek vermektedir.

Artık İstanbul’dan Anadolu’nun şehirlerine yansıyan, birçok üniversitede lisans ve lisansüstü seviyesinde eğitimi yapılan geleneksel sanatlarımız, çağdaş plastik sanatlar gibi hazır malzeme ve alet imkânına da kavuşarak, sanatçının sanatına daha fazla zaman ayırmasına fırsat sağlamaktadır. 

Büyük ölçüde dünü tekrar eden, yer-yer şabloncu bir zanaat karakteri gösteren uygulamalar yanında özgün ve yeniliğin ufuklarını yansıtan, geleneksel olanın yapısını bozmadan, tabii akışla kendi disiplini içinde gelişme trendini yakalayan denemeler de yer almakta, bu da farklılığa dayanan bir dinamizm üretmektedir.

Burada özellikle giderek naiflik çizgisinde seyreden minyatürümüze dikkat çekmek istiyorum.

Buyurunuz lütfen…

Levnî’nin ve -İpşiroğlu’nun deyimiyle Bozkırın Rüzgârı- Mehmed Siyah Kalem’in bütün zamanlara hükmeden sanat mükemmeliyeti ortadayken günümüz minyatür örneklerini anlamakta zorlanıyorum. Ancak bir-iki istisnası var elbette ki. Büyük İmparatorluk coğrafyasının neredeyse bütün şehirlerini resimleyerek zamanımıza değerli belgelik tesbitler halinde miras bırakan Matrakçı Nasuh’un ruhaniyetinde sanatını icra ile kendi harikulâde üslubunu inşa eden merhum Nusret Çolpan’ı rahmet ve minnetle anmak istiyorum.

Rahmetullahi aleyh…

Onun özgün yorumları İznik Vakfı’nın fırınlarında pişerek İstanbul Metrosunun istasyonlarını aydınlatıyor. Yerin onlarca metre altına doğmuş güneşler gibi ışık ve ısı yayıyor, bu gayritabiî mekânları yaşanılabilir kılıyorlar.     

Buradan, ödül tasarımlarınıza geçelim… Bu alana hangi mülahazalarla adım attınız? Mensubu olduğum Türkiye Yazarlar Birliği, 80’li yıllardan itibaren Yılın Yazar, Fikir Adamı ve Sanatkârların Ödülleri adı altında yıllık değerlendirmeler yapıyor. Bu ödülleri hazırlamam istendi. Böyle başladı. Buna, millî ve uluslararası birçok faaliyet eklendi. Bunlarla ödül mahiyeti farklılıklar kazandı.  

Hangi devlet, kurum ve kuruluşlar için ödüller hazırladınız?

Başta TYB, Kültür Bakanlığı, AYB, İBB, İstanbul Kültür AŞ. Bazı üniversiteler, belediyeler, özel kuruluşlar ilh.

Tasarladığınız ödülleri de konuşalım…

TYB için; Yılın Yazar, Fikir Adamı ve Sanatkârların Ödülleri, Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni Büyük Ödülleri, Katılım beratları, İstanbul Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülleri, ödül beratları, Ankara Edebiyat Mevsimi Ödülleri, Avrasya Yazarlar Birliği Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışması Ödülleri, Kültür Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödül ve beratları (Metin Erksan ve Turgut Cansever’e sunulan) Kültür Bakanlığı Yaşayan İnsan Hazinesi Ödülleri vb. 

Üstlendiğiniz görev ve sorumlulukları da unutmayalım…

TRT’de Program yapımcılığı, Yayın Yönetim Şube Müdürlüğü, Radyo Müdürlüğü ve Koordinasyon Müdürlüğü görevlerinde bulunduktan sonra 1997’de 32 senelik hizmet üzerinden emekli oldum. Emeklilik yıllarımda tamamen sanatla uğraştım. Sanat görgümü artırmak niyet ve gayesiyle yurtiçi ve yurt dışı seyahatlerde bulundum. Müzeler, galeriler ve önemli mimari eserler…

TYB’nin bu toprakların irfanı için ürettiği katma değerlere dair neler söylemek istersiniz?

Türkiye Yazarlar Birliği, kuruluşundan itibaren zaman-zaman formel, ama umumen informel olarak içinde olduğum, adeta bir asabiyet halinde kimliğimin esas rüknü olarak hissettiğim bir gönül çevresi…

Yazarlar Birliği kurulduğunda Erzurum’da idim. İşin başında D. Mehmet Doğan’ın bulunması benim için ünsiyet sağladı. Ankara dışında bulunduğum yıllarda da bu dernekle alâkamın cazibe unsuru oldu. Zaman içinde bu alâka mensubiyet ve mesuliyet hissiyatı ile kimliğimin mütemmim vasfı oldu.

Hemen her faaliyetine sanat muhtevası katma keyfiyeti ile şereflendim. Afişler, beratlar, ödüller, logolar (faaliyet logoları, yıldönümü logoları vs.) her türlü faaliyetinde sanat danışmanlığı ile karınca kararınca katkı sağladım.

TYB’nin müesses hüviyetinin ilanı mahiyetindeki logosu, Kalem Sûresi’nde yer alan bir ayetin tefsiri gibi şekillendi. Logoda işaret edilen istikametten hiç şaşmadı. Bu istikamet istikrarını sağlayan irade, sevgili D. Mehmet Doğan’ın iman ve asabiyeti ile olmuştur diye düşünüyorum. Saniyen yönetiminde yer alan zevatın da bu vasfa müsemma duruş ve hassasiyetleri mezkûr müesses nizamın tesisini sağlamıştır. Çevresinde her daim mahviyet ve hizmet şuuru hâkim olmuştur.

Kuruluş yıllarından itibaren ses getiren eğitim, kültür ve sanat muhtevalı projelerin uygulamasıyla da devamlılık ve sürdürülebilirlik kavramlarının içini doldurmuştur. Millî projelerin yanında otuz yılı aşan beynelmilel faaliyetlerle de benzersiz bir istikrarla kültür coğrafyamıza nüfuz etmiştir. Bu faaliyetler, sınırlarımız dışında, çok sayıda ülkede ve kendi emek ve gayretimize dayanmıştır. 

TYB, çıkardığı Türkiye Kültür ve Sanat Yıllıkları ile ilgili bakanlığın yapamadığı mühim bir eksiği tamamlamış, kültür hafızası oluşturmuştur.

Kültür coğrafyamız istikametli ve uzun süreli gezilerle katılanlara ufuk sağlayan, müktesebat ve görgülerinin gelişmesi yanında yoldaşlık hissi teçhiz eden yol faaliyetleri hayırhah neticelere vesile olmuştur. Uzun yıllara mukaddem seyahat ve yol beraberliği dostlukları pekiştirmiştir.

Şuralar, sergiler, konserler, konferanslar, bilgi şölenleri, kongreler, seminerler, çalıştaylar, uluslararası kitap ve kültür günleri, eğitim faaliyetleri (yazar okulları gibi), yıllardır devam eden temel metin okumaları (Mesnevi ve Safahat okumaları), Edebiyat mevsimleri…  Her faaliyetini geleceğe taşıyacak kitaplar külliyatı. Geniş muhtevalı yâd ve saygı programları. Yayınlar, hakemli dergi faaliyeti, gençlere yönelik; Genç Yazarlar Kurultayı, gençlik birimi ve bu birimin geniş faaliyetleri ile gelecek vizyonu… 

BEKİR SIDDIK SOYSAL: TYB BİR BÜTÜNÜN ADIDIR.

Elbette ki TYB bir bütünün adıdır. Derneği, Vakfı, M. Akif Araştırmaları Merkezi, Yazar Yayınları, Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, Yılın Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Değerlendirmesi, Yazar Okulu, Mehmed Akif Anmaları İlh. gibi mütemmim kurum ve sürekli faaliyetleriyle kapsayıcı büyük bir bütünün adı…

Yazarlar Birliği; 45 yıllık yürüyüşünde, kültür ve edebiyat alanına vurduğu mühürle mühim bir hareketliliğin öncüsü olmuştur. Geleneği ile kültürel geleceğimizin inşacısı ve teminatıdır.

İstikamet tayin edici vasfıyla kültür dünyamızı zenginleştiren, ülkemiz, milletimiz, gönül ve kültür coğrafyamız şümulünde, kaybolan an’anemiz ve değerlerimizin pekiştirilmesine katkıları ile çevresine, münevverlik vasfının temeli hükmündeki kendine güven hissinin tesis edicisi olmuştur.

TYB, imkânlarının sınırlı olduğu dönemlerinden itibaren faaliyetleri ve programları ile edebiyata, edebiyatçılara, fikir adamlarına, sanatçılara sahip çıkmaya devam ediyor. Düşüncede var olan geleneğe yönelerek, bunun bir süreklilik içinde tartışılmasını sağladı.

45. Yılında, geleceğe emin adımlarla yürüyen bir kurum olarak TYB, kültür, sanat ve fikir alanlarında ülkemize önemli hizmetler veriyor. Genel Merkez’imiz ve şehirlere yayılan şubelerimizle kültürel hayatımızın tanziminde ve kültürel mücadelede en önde her zaman TYB var.

Türk Dünyası Kültür Başkenti projesi kapsamında Eskişehir’e Dede Korkut Anıt Duvarı kazandırdınız. Böylelikle Dede Korkut’un ezelden ebede akan hikâyeleri minyatür tarzında tasvir edilerek İznik çinisine uyarlandı ve hikâyelerin tamamı  mermere kazındı. Bu süreçte dünyada bir ilk gerçekleşerek kadim bir kitap mimari bir form halinde tecessüm etti. Anıt Duvar projesini fikir aşamasından uygulama safhasına kadar sizden dinlemek isteriz.

Doksanlı yılların başında Eyüpsultan Belediyesi için teklif ettiğim iki projeden biri, yine böyle bir duvardı. Eyüp mezarlığında medfun Hz. Eyüb el Ensari’nin, bu çevredeki sahabelerin, Osmanlı ve sonrası ricâlin, âlim, şair, sanatkâr, devlet adamı, tasavvuf ehli vb. mezar taşlarının isim bölümleri istinsah edilerek ve Latin harfleri ile mermer bir duvar üzerine hak edilmesi şeklinde “Ebedi Eyüplüler Anıtı” adlı büyük bir duvar tasarımıydı.

Akıbeti…

Dönemin belediye yöneticisinin anlayışla karşılamasına rağmen yapılamadı.

Ahmet Kot, Eskişehir 2013 Kültür Başkenti Ajansı Yönetim Kurulu üyesi olarak kalıcı nitelikte anıtsal bir proje hazırlamam için beni teşvik etti. Yaklaşık bir yıllık bir görüşme ve ikna sürecinden sonra projem ve tasarımım kabul edildi. 2014 Nisan sonunda uygulamaya başladık.

Projenin tekemmül merhaleleri…

Proje, bir kitabın mimari form halinde tecessümü tasavvuru üzerinden vücut buldu.

Önce nazari olarak genel tasarım oluşturuldu. İşin bütün unsurları detaylandırıldı. Uygulama planı ve takvimi belirlendi. Projede yer alacak sanat alanları ve sanatçılar tesbit edildi. El çizimi mimari tasarım, ölçekli mimari çizimlere (Auto Cad ve 3-D çizimler) dönüştürüldü. Yer tesbiti yapıldı. Zemin etüdü, statik proje, mekanik ve elektik projeleri tekemmül ettirildi.

Hikâye metinleri; duvardaki yere göre, üslubu, edası, vaka sayısı, bütünlüğü ile yeniden düzenlendi. Bilgi kitâbeleri Kültürel Genetiğin Şifresi Destanlar ve Dede Korkud Oğuznâmeleri başlıkları iki ayrı metin halinde yazıldı. Metin düzenleme ve bilgi kitâbeleri şair, denemeci, akademisyen Mehmet Can Doğan tarafından yapıldı. Metinler, grafiker Enis Aksoy tarafından duvardaki yer ölçeğinde tanzim edildi.

İnşaat, beton gövdenin teşekkülünün ardından mermer faaliyetleri, mermer işçiliğinde kendini ispat etmiş ustalardan oluşan bir ekibin, güneşin yakıcı harareti altında günde 15 saati aşkın tempolu, ağır bir mesaisi ile tekemmül ettirildi.

İstanbul’daki atölyelerde mermer blokları ve el işi mermer unsurlar hazırlatılarak, montaj ve uygulama için kamyonlarla Eskişehir’e nakledildi. Bazı el işi mermer unsurlar Afyonkarahisar’da yaptırılıp nakledildi.

İstanbul’da kurulan stüdyoda hikâye tasvirlerinin (minyatür) tasarım ve çizimleri yapılıp çiniye uyarlanmak üzere İznik’teki atölyelere gönderildi.

Anlaşılacağı üzere bütün faaliyet alanları paralel olarak başlatılıp, bir plan üzere uygulama yönetimi (koordinasyonu) tarafımdan yapıldı.

İstanbul stüdyosunda Özbekistan’dan getirilen sanatçılar Şahmahmud Muhammedcanov, Cihangir Aşurov, Azad Aşurov benim sanat yönetimimde görev aldılar. Özbek sanatçılarımızın konuyla bütünleşmelerini sağlamak amacıyla Dede Korkut Kitabı, Türkiye’deki üniversitelerde görev yapan Özbek uyruklu bir heyet tarafından Özbekçeye tercüme ettirildi.

Sanatçılarımızın alışık oldukları, meşk örneği olarak benimsedikleri Büyük Usta Behzad tarzının, ondaki tipolojinin bu dönem tipolojisiyle örtüşmeyeceği anlaşılınca dönem üzerinde, çeşitli görsel denemeleri göz önünde tutarak araştırmalar yaptık. Burada klasik tasvir sanatımızdan farklı bir tipoloji üzerinde çalıştık.

Oğuz tipolojisi, kılıcının açtığı iz üzerinden yürüyen alp-eren tipi resimlendi. Figüratif unsurlarda hikâyelerin ruhuna uygun bir ifade oluşturuldu. Bu stüdyoda 4 ay sürede günde asgari 15 saatlik bir mesai ile 7m2 12 adet levha üretimi gerçekleştirildi.

Levhalar hikâyelerdeki vakalar üzerinden dramatik bir akış ve sinematografik bir kurgu ile biçimlendi.  

İznik’teki Mavi Çini atölyesinde, İstanbul’dan gönderilen çizimlerin çiniye uyarlanmasına nezaret için ülkemizin tanınmış sanatçılarından Gülçin Anmaç ve Tülin Gönültaş görev aldılar. İznik Mavi Çini atölyesinde Mahmut Çalışkan yönetiminde, 26 kişilik bir kadro 4 ay süre ile yazın sıcak günlerinde fırınların da yaydığı ısı altında çalıştılar.

Özetle Nisan 2014’te başlayan mezkûr faaliyetler, Eylül sonunda tamamlanmış oldu. Dünyada bir ilk gerçekleşti ve bir kitap, mimari bir form halinde tecessüm etti. Dede Korkud’un ezelden ebede akan hikâyeleri mermere kazındı ve İznik Çinisinde canlandı.

Mermer ve çini, zamana, yüzyıllara karşı durabilecek özellikte kullanıldı.

Bizi anlatan, bütün bir Türk Dünyasını anlatan, destani geçmişimizi anlatan ve Türk milletinin öz benliğini yansıtan, Türk ruhunun mey­dana getirdiği destanî bir eser anıtlaştı.

Bizi bize anlatan, bizim dilimizle anlatan ve ruhumuzu dalgalandıracak bir eserimiz oldu.

Dede Korkut Anıt Duvarı… Ya da Türkçenin anıtı.

Bu duvar Türk illeri ve Anadolu coğrafyası için hangi mânâları hâvîdir?

Dünyanın en büyük coğrafyasında tesiri olan bir kültürel mirasın elle tutulur, gözle görülür hale gelmesini sağlamak,

Şifahi ve yazılı kaynaklarla günümüze intikal eden bu millî edebiyat şaheserinin sanatsal tasarımlar halinde gelecek kuşaklarla buluşmasına zemin hazırlamak,

Söz konusu kuşakların kendine güven duygusunu (destanımızın hikâye ettiği olaylar manzumesi, insan tipolojisi, istikamet belirleme vasfı ile hedef kitlesine asırlar boyu inanç ve irade tesis etme misyonu üzerinden) pekiştirmek,

Onlara millî şuur aynasında sanat, dil ve edebiyat zevki aşılamak,

İnsanımızı temel değerler manzumesi ile şuurlandırmak,

Yine, onları bu duvar ar aynasından yansıyan destansı zeminde fedakârlık, ferâgat, adalet, merhamet, sadâkat, vefâ ve sevgi gerçeği ile yüzleştirmek,

Bu duvar üzerinden gelenekten geleceğe köprü kurmak…

İyi ve kendine güvenen insanı yukarıda ki amaçlarda belirtilen çerçevede yenilemek, inşa etmek şeklinde bir maslahat düşünülerek bu eser tecessüm ettirilmiştir. Mesajı, Dede Korkut Kitabı’nın asırlardır yaydığı ruhâniyet ve mâneviyat atmosferinde mündemiçtir.

Kreatif süreçlerinizi nasıl yönetiyorsunuz?

İhtiyaç, görgü, birikim ve ilham teselsülü üzere.

Bir kurum için ödül tasarımı oluştururken muhataplarınızın beklentilerini nasıl anlıyor ve söz konusu beklentilere yine nasıl cevap veriyorsunuz?

Kiç ve aleladelik taşıyan talep ve yönlendirmelerini peşinen red ediyorum.

Muhataplarımı mükemmeliyet estetik çerçevesine ikna etmeye çalışıyorum. Talep sahibi ile işin mahiyetini anlama yönünde mülakat, yapacağım tasarıma istikamet sağlıyor. Muhataba tasarımımı, ya da tasarımlarımı pratik, anlaşılabilir maketlerle sunuyorum. Talep sahibinin görüş ve teklifleri sanat disiplinine uygun ise katkı olarak değerlendiriyorum.    

Çalışmalarınızın alametifarikası nedir?

İlk aklıma gelen kavram, güzelliktir… Gayeyi işaret eden bu ana kavrama mütemmim olarak; aslîlik (orijinallik), mükemmeliyet, ihtiras, lirizm, ciddiyet ve özgünlük…  Sanatçı, bu kavramların künhüne varan adamdır. Yani sanatçının peşinde olması gereken bu aslî ve mütemmim kavramların içini doldurmaktır.

Mezkûr kavramların içini ne ölçüde doldurabildim… Allahualem.

Grafik tasarım dünyasında trendler oldukça hızlı değişiyor. Trendleri göz önünde bulunduruyor musunuz?

Bir ölçüde evet, takip edebildiğim kadarıyla. Bu mânâda gelişme ve değişim baş döndürücü… Takip ile elde edilen görgüler bilgi halinde tebârüz edip, sizin sanat ufkunuzu fevkalade genişletip, derinleştiriyor.

Genel anlamda “eser” denilmeye seza bir çalışmayı nasıl tarif ve tavsif edersiniz?

Eserden maksat sanat eseri ise; sanatın gayesi münhasıran güzeldir. Estetik yani Türkçe ifadesiyle bediiyat; güzellik hissini, duygu derinliği üzerinden inceleyen, kuramlaştıran           -gayesi hikmet olan- felsefe disiplini… Bu adeta güzel kavramının müterâdifi… 

Son olarak okuyucularımıza nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?

İlginiz ve sabrınız için teşekkür ediyorum.

{name}
{content}
+
-
{name}
{content}
+
-

İşleminiz gerçekleştiriliyor. Lütfen bekleyiniz...

SİZİ ARAMAMIZI İSTER MİSİNİZ?

  • ADINIZ
  • SOYADINIZ
  • TELEFON NUMARANIZ
  • E-POSTA ADRESİNİZ
  • AÇIKLAMA
  • Kişisel Verilerle İlgili Aydınlatma Metni ’ni okudum, başvuru kapsamında kişisel verilerimin işlenmesine onayım vardır.

İşleminiz gerçekleştiriliyor. Lütfen bekleyiniz...

BİZ SİZİ ARAYALIM

  • ADINIZ
  • SOYADINIZ
  • TELEFON NUMARANIZ
  • E-POSTA ADRESİNİZ
  • AÇIKLAMA
  • Kişisel Verilerle İlgili Aydınlatma Metni ’ni okudum, başvuru kapsamında kişisel verilerimin işlenmesine onayım vardır.