ALİ ALPARSLAN HOCA MEŞREBİ BÎ MİSL-Ü BÎ BEDEL İDİ
11’inci vefat yıl dönümünde Prof. Dr. Ali Alparslan’ı hayır ve rahmetle anıyoruz. Yakın dönem hat sanatının en önemli âlimlerinden biri olan Ali Alparslan’ın hatırasını icazetli talebelerinden Hattat Ahmet Sabri Mandıracı ile birlikte yâd ettik.
Ali Alparslan Hoca ile nasıl tanıştınız?
1980 senesinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü’ndeki odasında tanıştım. Bir arkadaşımın ağabeyi tanıştırdı. Benim hatta meraklı olduğumu, kendi kendime yazmaya çalıştığımı söyledi. Hoca, tebessüm ederek, yaptıklarını görebilmem için beni yanındaki tabureye oturttu. Bir kalem açtı; o kalemle, sulu meşk mürekkebiyle Rik’a harflerini yazarak “Buyur paşam. Sen bunlara bakarak başka bir kâğıda yazıp haftaya getirirsin.” dedi.
Çok sevinmiştim. Çünkü yıllardan beri bu anı bekliyordum. Zira lise eğitimim esnasında, okuduğum şehir Bursa’da bir hoca aramış fakat kimseyi bulamamıştım. Benim hattat olma arzum ortaokul sıralarına kadar gittiğinden bulduğum her malzemeyle yazı yazmaya çalışmış ve gıyabında Ali Alparslan ismini öğrenmiştim.
Sonrasında ünsiyetiniz nasıl devam etti?
İlk aylarda sadece meşkimi gösteriyor ve müsaade isteyerek ayrılıyordum. Sonraları meşk bitince hemen çıkmamaya başladım. Gelenlere yaptığı tarifleri ve meşk haricinde odasına gelenlerle yaptığı konuşmaları dinlemeye başladım. Salı günlerinin öğleden sonraları hocanın odası çok kalabalık oluyordu ve doktora öğrencilerinden profesör arkadaşlarına kadar hemen herkes az veya çok oturuyor ve her vadide sohbet ediliyordu. En korktuğum şey odasındaki sandalyelerin dolmasıydı. İşte o zaman bana da yol gözüküyordu. Ertesi sene askeri öğrenci olmuştum. Yine o günlerde ilk ebru denemelerine başlayınca bu durum hocanın çok hoşuna gitti. Sonra rahmetli babacığımla tanıştılar ve birbirlerini pek sevdiler. Babam Armutlu’dan geldiğinde Laleli’de Murat Lokantası’nda buluşup yemek yedikleri bile oldu.
İcazet sürecinizi anlatır mısınız?
1984 senesi Haziran ayında mezun olunca Maltepe Askeri Lisesi’ne felsefe öğretmeni olarak tayinim çıktı. İstanbul’dan ayrılınca meşklerimi posta ile göndermeye başladım. Bu yavaş işleyen bir süreç oldu. Tatillerde gidiyordum ama İstanbul’da olduğum günlere göre hocayı gördüğüm, yazı gösterdiğim zamanlar çok azalmıştı. Bu nedenle icazet yazma işi çok gecikti. İstanbul’dan ayrıldıktan çok seneler sonra, ta 2000 senesine uzadı. Ben yazıya başladığımda hocaya henüz gelmeye başlamamış talebeleri benden önce icazet yazdılar.
MERHUM ALİ ALPARSLAN SERÎ’ÜL KALEM İDİ
Nasıl bir öğretim metodu vardı?
Yanındayken yazarak tarif ederdi. Çıkartmalarını yavaş yavaş gösterir, yeni bir derse geçildiğindeki meşki ise son derece hızlı yazardı. Pek çok kimse onun meşk yazmadaki sür’atine râm olup meşke heves etmiştir. O esnada serî’ül kalem idi.
Şehir dışındaki görevleriniz nedeniyle hocanızla meşklerinizi mektup üzerinden gönderdiniz. Uzun dönem mektuplaştınız. Mektuplarda size hattın dışında neler anlatıyordu?
Kısaca haberler verirdi. Şuraya, gittik, şöyle yaptık gibi. Mektubunu, eşi Ferihan Hanım’ın selamlarını ileterek bitirirdi.
“SABRİ PAŞA, YAZILAR GİTTİKÇE GÜZELLEŞİYOR”
Hocanızın kaleminden neş’et etmiş bir mektup elinize ulaştığında nasıl bir hissiyat içinde oluyordunuz?
“Sabri Paşa, yazılar gittikçe güzelleşiyor.” ibaresini görmek bütün sıkıntı ve dertleri unutturan en sihirli şeydi. Kimi zaman ”Aferin.” yazar, kimi zaman da benim yazımın altına imza atarak çok beğendiğini gösterirdi. Bazen de sürpriz yapıp eski kâğıtlar gönderirdi. İşte o zaman kim tutar beni!
Ali Alparslan, merhum, hat sanatı yönüyle tanınıyor olsa da ülkemizin önemli Eski Türk Edebiyatı hocalarından biriydi. Bu alanda pek çok esere imza attı. Ali Hoca’nın Eski Türk Edebiyatı uzmanlığı hat sanatında nasıl yansıma bulmuştur?
Ben felsefe bölümünde okuduğum için bu konuya dair bir mahfuzat ve malumattan aciz kaldım. Tabii bahsettiğiniz o saha başlı başına bir ihtisas. Fakat bendenizin, terazisinin tartamayacağı bir husus. Buna rağmen şunu söyleyebilirim ki yazdığı ibare ve metinler tabii olarak edebiyat ağırlıklı olmuştur veya kendisinden yazı talep edenler eski edebiyat camiasından oldukları için istekleri de o vadide idi.
Edebiyat Fakültesi’nin şahs-ı maneviyesinde merhum Ali Alparslan’ın işgal ettiği mevkie dair neler söylemek istersiniz?
Özellikle sanat ve ilmi şahsında birleştirmesi onun en bariz hususiyetiydi. Kanaatimce bu yanıyla da herkes tarafından bilinir, sevilir ve sayılırdı. Kürsü başkanlığı yaptığı sırada herkesin illallah dediği bir zata haddini bildirmesi ve onun şerrinden kurtulan talebe ve asistanlar tarafından dilden dile dolaşırdı. Yumuşak başlıydı ama bazen kimsenin tahmin edemeyeceği kadar metin ve musîr olurdu. Sevilen ve saygı duyulan bir hocaydı.
Fakültede sizce kıymeti takdir edilebilmiş midir?
Bendeniz fakültede, talebe gözüyle, takdir veya takdirsizlik gibi bir hususa şahit olmadım.
KİBARLIK ONUN DAİMİ HALİYDİ
Geleneksel sanatlar camiamız açısından Ali Alparslan Bey ne ifade ediyordu?
Çok mühim bir yer işgal ediyordu. Necmeddin Efendi ve Halim Efendilerden öğrendiklerini bizlere aktararak bugüne gelmemizi sağladı. Tereddütsüz söyleyebilirim ki talik, divani, celi divani ve rik’a yazılarının Türkiye’deki varlıklarını büyük ölçüde ona borçluyuz. Bugün bu yazıları yazan hattatların çoğunun şecereleri ona ulaşır. Teşvik etmeyi çok iyi bilirdi. Yazılar iyi olmasa bile “Bir kere daha yazmalı, pürüzleri gidermek lazım.” diyerek tebessümle söyleyerek tekrar ettirirdi. Meşkini beğenmediği kimseye olumsuz sayılabilecek bir söz veya davranışına hiç şahit olmadım. Kibarlık onun daimi haliydi.
Beyefendi bir kişiliği vardı. İstanbul beyefendisiydi. Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Âşık der inci tenden/İncinme incitenden/Kemalde noksan imiş/İncinen incitenden” mısraları hüvesi hüvesine Ali Alparslan için yazılmış dersek sezadır. Ali Hocamızın naif insani yönlerine dair neler söylemek istersiniz?
Çok kimsenin kolay kolay fark edemeyeceği kadar hassas bir ruha sahipti. Sizi ne kadar sevdiğini hiç söylemez ama öyle bir yerde, öyle bir şekilde gösterirdi ki şaşırırdınız, gözleriniz dolardı. Sonra da “Ne var Paşam bunda, ne olacak?“ derdi. Biçimsiz bir davranış, düşüncesiz bir söz onu öylesine incitirdi ki kimse tahmin edemez. Belli etmez ama yeri geldiğinde, konusu açıldığında “Gönül bir şişedir ki kırıldıktan sonra kenet tutmaz.” sözünü söylediğinde anlaşılırdı. Bir gün arkadaşı Prof. Cem Dilçin’e -o da rahmetli oldu– bir mektup göndermiş: Bembeyaz bir kağıt, tam ortasında o inci gibi yazısıyla “özledim” yazıyor. Sadece ve sadece “özledim”. Her anlatışında rahmetli Cem Bey nasıl duygulanırdı bilemezsiniz.
En bariz vasfı neydi?
Gösterişten uzak olmasıydı. Âlâyiş ve büyüklenmenin onda izi yoktu. Haset ve kıskanma gibi bir davranışına şahit olan bir fani olabileceğine inanmam, inanamam.
Necmeddin Hoca ile çok özel bir münasebetlerinin olduğunu; hocasının ismini yazılarında yaşatma gayretinde bulunduğunu, eserlerinin altına mütemadiyen “Ketebehû Ali Tilmîzi Necmeddin” imzasını koyduğunu biliyoruz. Bildiğimiz bir başka keyfiyet de Ali Alparslan’ın, güle meftun hocasına Londra’da bulunduğu yıllarda gül kataloğu gönderdiği. Merhuma dair size neler anlatırdı?
“Hocayla talebe, etle tırnak gibidir.” derdi. Bu söz Necmeddin Efendi’ye aitmiş. Çok sık tekrarlardı. Yine Sami Efendi’nin sözü: İnsanı hocalarından ölüm ayırır. O hocasına öyle bağlıydı, bize de o duyguyu aşıladı. İstanbul’a geleyim de hocaya uğramayayım, olacak şey değil. Nişanlım: “Sen bana geliyorum diye aslında hocana geliyorsun.” derdi. Hocasının sahip olduğu meziyetlerini bir kefeye, bütün talebelerinkini toplayıp diğer bir kefeye koysan hocanın yarısı bile etmez derdi. Kendisinde hocasının çok az yazı ve ebrusu olduğu söylenildiğinde ”Ne yapalım, isteyemezdik ki agacığım, ayıp gelirdi.” derdi. Hocasına olan sevgisi muazzam bir saygı ile çepeçevre kuşatılmıştı.
TALEBE-HOCA İLİŞKİSİ VEFA EKSENLİ OLMALIDIR
Necmeddin Okyay-Ali Alparslan örneğinden yola çıkarak hoca-talebe ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dair neler söylemek istersiniz?
Vefa eksenli olmalıdır. Talebe vefakâr ise hakiki talebedir. Hoca hayatta oldukça hocadan ayrılınmaz. O hep hocasıdır insanın. Nasıl ki kaç yaşına gelirsek gelelim anne-babamız hep anne babamızsa; ne olursak olalım, hangi başarıya ulaşırsak ulaşalım, hoca da hep hocadır ve talebesi hep onun gerisindedir; hep ona şükran ve minnet borçludur. Anne ve babasını da kaybetmişse insan, şayet hocası da yaşıyorsa, hocasından daha aziz bir varlık tasavvur olunamaz kanaatimce. Babamla aynı yıl içinde, beş ay arayla, vefat etmeleri de başka bir tecelli oldu benim için.
Ali Alparslan’ın ifadesiyle nestâlik dediği yazısının alamet-i farikası nedir?
Zariflikteki metanettir. Hem zarif hem de metin ve muhkem olur. İmparatorluğumuzun haşmeti gibidir o yazı. Hem haşmeti hem de yumuşaklığı, adeta şefkati ve rikkati görürsünüz. Bir şeyle setr olunmaz, ne ise ortadadır. Harekeye, tirfile, tezyini işarete sığınmadan her şey meydandadır. Ecdad-ı izamımızın İranlılardan alarak öz evladı yaptıkları bir bedia-ı mücessemedir.
Hocanızın imzasız bir yazısını gördüğünüzde kendisine ait olduğunu nasıl tefrik edebilirsiniz?
Umumiyetle mürekkebinden ve tabii ki hurufatının hususiyetinden. Şayet meşkse mutlaka aharsiz kağıda yazılmıştır. Levha olacak yazılarına bile güzel kâğıtlar bulamazdı. Kendisinin kağıt yapacak vakti de hali de yoktu. O zamanlar kimin aklına gelirdi aharli kağıt satan dükkanlar açılacağı? Biri söylese katiyen inanmam, rüyada görsem hayra yormazdım. Nerden nereye!
Talik sanatında sizce yeri doldurulabilmiş midir?
Böyle bir şeyin imkânı yok. Talebelerinden hangisi “Tilmiz-i Necmettin” diye imza atabilir ki? Hoca’nın yazdıklarını bir kenara koysak bile -ki bu da olamaz ama- bu hususiyetiyle bile yerinin doldurulması imkânı yoktur. Bugün talik yazıyı usulünce yazanların membaı ve menşei odur. Böyle bir misyonun yeri dolabilir mi efendim?
Bu noktada talebelerine/kamuoyuna/sanat camiamıza düşen görevler nelerdir?
Yazıyı ondan öğrendikleri gibi ve onun önem verdiği hattat ve yazılar ışığında sürdürmek talebelerinin en birinci vazifesi. Onun “hâlini” yaşamak da en zor ikinci vazifeleri. O “hâl” olmadan ne hoca anlaşılır ne de yazı sanatımız. Bu sonuncu mütalaa tamamıyla bendenizin ve indîdir.
Hâl derken neleri kast ediyorsunuz?
Hâl derken tavrı, üslubu, sanata dair telakkisini kastediyorum. Kamuoyu ve sanat camiası da bu dünyadan bir Ali Alparslan’ın gelip geçtiğini bilmeli. Onun bugüne gelmemizdeki emeği, hizmetleri ödenemez.
Halim Efendi’den de divani yazıyı öğrenerek talebelerine öğretti. Bir nevi Osmanlı, Türk yazısı, saray yazısı olan divaninin yaşatılmasını temin etti. Divani yazı nev’ine yaptığı hizmetlere dair neler söylemek istersiniz?
Divani ve Celi Divani sizin de dediğiniz gibi bugüne onun eliyle ulaştı. Malumları, bu yazılar Osmanlı Devleti’nin resmi evrakının, gizli evrakının yazıldığı yazılardı ve yeminli hattatlarca yazılırdı. Üzerlerinde tahrifat olamasın diye aharsız kağıtlara yazılırdı. İşte böyle bir kültürü biz bugün onun sayesinde yazıyoruz.
MEŞREBİ BÎ MİSL-Ü BÎ BEDEL İDİ
Günümüz sanat camiasının, bir adım öte insanlık âleminin Merhum Ali Alparslan’dan alması gereken dersler nelerdir?
Meşrebi bî misl-ü bî bedel idi. Her şeyin karşılık dünyası haline geldiği günümüzde onun karşılık beklemeden yaptıkları daha bir önem kazanıyor. Her isteyene yazı, her isteyenin tezini okuma onun hep yaptığı bir şeydi. Tatilinden, istirahatinden hep feragat eder; gitse bile yanına bir şeyler alır da giderdi. Bu şekilde çalışan çok insan vardır ama onun gibi karşılıksız çalışan zordur bugün için.
Sizin ilave etmek istediğiniz hususlar nelerdir?
Ne sağlığında ne de vefatından sonra Ali Alparslan Armağan adlı kitabı çıkmadı. 2016 vefatının onuncu yılıydı; pekâlâ yapılabilirdi ama yapılmadı, yapılamadı. Bu talebimi bir de sizin vasıtanızla iletmek isterim. Alakanıza çok teşekkür ederim. Hocamıza gösterdiğiniz kadirşinaslık için çok sağ olunuz efendim.
Ben de nazik ilginiz için teşekkür ederim Sabri Bey.
İbrahim Ethem Gören